29 Ocak 2011 Cumartesi

montjean


bana da acımakla vakit kaybetme montjean.
ben hayatta kendi durumumu dikkatle saptadım.
ne fazla mutluluğa, ne de fazla acıya yer bırakıyorum.
kendime güvenli ve kararlı bir yüzeysellik edindim.
zevklerim var ama iştahlarım yok.
gülüyorum, ama pek seyrek gülümsüyorum.
beklentilerim var, ama umutlarım yok.
esprilerim var, ama mizahım yok.
çok atağım ama hiç cesaretim yok.
açık sözlüyüm ama içtenliğim yok.
çekiciliği güzelliğe tercih ederim.
rahatlığı da yararlılığa tercih ederim.
güzel kurulmuş bir cümle bence anlamlı bir cümleden iyidir.
her şeyde yapaylığı seçerim!

24 Aralık 2010 Cuma

başka

Sizin hiç, varlığı yokluğunuz olan bir aşkınız oldu mu? Ve içinde "kal" saklayan bir "git"iniz? benin oldu...
...ya sizin hayalleriniz sevdiğinize bir beden büyük gelir, ya da sevdiğinizin aşkı size dar...sıkar...boğar... vazgeçmezsiniz. Vazgeçmedikçe de boğulmaya devam edersiniz. Varlığı, sizi yok edecekmiş gibi yaşatır, yokluğu ölür gibi... Dedim ya işte...ne yapsanız olmaz. Donarak ölmek üzere olan iki kirpi gibisinizdir. Isınmak için ne kadar birbirinize yaklaşırsanız, okadar birbirinizi yaralayacaksınızdır; uzaklaşsanız soğuktan öleceksinizdir.

15 Aralık 2010 Çarşamba

MoMo

...nasıl gözleriniz görmeye, kulaklarınız duymaya yarıyorsa, insan yüreğide zamanı algılamaya yarar. Kör bir insan için gökkuşağının renkleri ve sağır bir insan için kuş sesleri nasıl boşunaysa, bütün bir yürekle algılanamayan zaman da öyle boşuna gider, kaybolur. Ama ne yazık ki, düzgün çarpmasını bildiği halde kör ve sağır nice yürekler vardır.

"Ya kalbim bir gün artık çarpmazsa" diye sordu Momo.
"O vakit senin için zaman biter, çocuğum" diye cevap verdi Hora Usta.

8 Aralık 2010 Çarşamba

manzaradan parçalar

"önemli olan aslında kimliğimiz değil, insanlığımızdır. evet, insanlığımızla kimliğimiz birbirine yakındır; ama, insanlığımızın kimliğimizi aşan bir yanı vardır. tarihe olan borcumuz, insan olmaya olan borcumuzdan daha azdır"Orhan Pamuk 2010

6 Aralık 2010 Pazartesi

Suskunlar

Ne var ki, her şeyi bilmek için, belki hiçbir şey bilmemek gerektiğinden, ademoğullarından bazıları, bildikleri her şeyi unutmaya hayatlarını adadı. çünkü onlara göre, ancak hiçbir şey bilmeyen bir masum, gördüğü anda o'nu tanıyabilirdi. bunun için belki de, ölmeden önce ölmek gerekiyordu..

2 Aralık 2010 Perşembe

Sarmaşık

Jaguar, Cihangir'e çıkmak için garip bir yol izliyordu. Anlaşılan şoförümüzün, yazardan uzak kalmaya, yollarda oyalanmaya ihtiyacı vardı. Bu yüzden, Bebek'ten Tophane'ye gelmiş, Galatasaray'ın yanından Balık Pazarı'na çıkan bir yolla Taksim'e, oradan da Cihangir'e çıkmayı hedeflemişti. Yine de bir tilki gibi, hiçbir adımını boşa harcamamaya niyetliydi; en kolay yoldan gidiyordu, en kestirme olanından değil. Jaguarımız bir kalabalığın arasına düştü. Galatasaray Lisesi önünde, yine bildik bir eylem vardı. Cumartesi Anneleri, devletin elinde kaybolan çocuklarını arıyorlardı.


"Onlar da kayıplarını arıyorlar," dedim Ludmilla'ya. Uyuklar gibi bir hali vardı, kalabalığa baktı.

"Bana yardımları olur mu?"

"Onların çocukları, siyasi kayıp."

"Ama kayıp."


Oradaki kalabalık ile Nadya arasında kabaca bir benzerlik kuruvermiş, arabadan inmişti. Eylemcilerin önündeki polis kalabalığının yanına doğru gidiyordu. Ben de arkasından indim. Çantasından kardeşinin bir fotoğrafını çıkarmıştı ve polislere onu gösteriyordu. Birazdan toplandıkları güne atfen, Cumartesi Anneleri adını verdikleri bu gösteri topluluğunun ağzını burnunu kıracak coplarını sıkıca kavramış polisler, Ludmilla'nın elindeki fotoğrafa bakıyorlardı. Karşılarındaki, her hafta dövüp, tıka basa otobüslere doldurup, karakollara pay ettikleri annelerden farklıydı. Üzerindeki giysiler yerel değildi. Yine de fazla şaşırmamışlardı. "Yabancı kayıp bürosuna gideceksin. Vatan Caddesi'ne," dediklerini duydum. Ludmilla'nın koluna yapışıp o kalabalıktan çıkardım.


"Senin bu kayıplarla ilgin yok. Onların çocukları ölü. İstedikleri, çocuklarının ölüsü, ölüm hikayeleri."


Hırıltısı kesilmemiş bir halde, bir köşede bizi bekleyen Jaguarımıza bindik. Kalabalık nefesimi kesmişti. Onlarca kadının, evlatlarını umutsuzca bekleyişleri ruhuma bulaştı. Gerçi kendimi kolay kolay başkalarının yerine koymam. Hayatta fanatik bir görüşüm de yoktur. Ama o kadınların, kayıplarından habersiz geçirdikleri her günü düşündüm. Kafaları, kayıplarıyla meşgul hayaletler. Hepimiz, kendi dünyamız, bütün dünyaymış gibi yaşarız. Birbirimizle çarpışmadan, kendi gerçeklerimize doğru kayıp gideriz.


Şoförümüz, sonsuza kadar korna çalmaya yeminli, sağ avucunun içini direksiyonun ortasına bastırmıştı. Hayaletlerin enerjisi, düzgün burjuva başımı o tarafa döndürmem için beni zorluyordu. Size anlatamayacağım kadar yoğun bir duygu:


"Bak," diyordu. "Ali, bak ne göreceksin? Ali, her gün ölen o kadınların oturduğu tarafa bak."

24 Kasım 2010 Çarşamba

Gemi

Hikayenin bir yerinde Alis dört yol ağzına gelir ve hangi yöne gideceğine bir türlü karar veremez. Alis yanındaki kediye sorar: "Hangi yöne gitmeliyim?" Kedi, Alis'in sorusuna soruyla karşılık verir: "Nereye varmak istiyorsun?" "Bilmiyorum" der Alis. "O zaman hangi yöne gideceğin de fark etmez."

22 Kasım 2010 Pazartesi

düşünüyorum öyle ise varım !!

""düşünüyorum öyle ise varım" oldukça makul.
fakat bundan tam tersi bir sonuç, varolmadığım, bir düş olduğum sonucu da
çıkar. düşünen bir adamı düşlüyorum. düşündüğümü bildiğim için ben varım.
düşündüğünü bildiğim için, düşlediğim bu adamın da var olduğunu biliyorum. böylece o da benim kadar gerçek oluyor. bundan sonrası çok daha hüzünlü
bir sonuca varıyor. düşündüğünü düşlediğim bu adamın beni düşlediğini düşlüyorum. öyleyse gerçek olan biri beni düşlüyor. o gerçek ben ise
bir düş oluyorum."

4 Kasım 2010 Perşembe

Kızıla Boyalı Saçlar

Sefil düşünceler ve küçüklükler arasında kaybolup, hayattaki büyük sırrı çözemedik, soru da cevapsız ve acımasız kalakaldı..
Nasıl yaşadın, neden öyle yaşadın, neyi yapabilecekken yapmadın, başka bir yol, başka bir anlam arıyordun, yanlış zilleri, yanlış kapıları çaldın, yanlış yollara saptın, yanlış insanları sevdin, yanlış yataklarda uyudun, yanlış evlerde yaşadın. Neden hayal ettiklerini, düşündüklerini bu kadar küçümsüyorsun?

30 Ekim 2010 Cumartesi

Yorumsuz--

Herkes bir şey bildiğini söylüyor hiç kimse bir şey bilmiyorum demiyor ,Sokrates bile diyor ben bir şey bilmiyorum diye...bir kere biri bir şey bilmiyorum desin,Lütfen...

sen ölünce kim ağlar


Kalbinde çözülmeden kalan herşey için sabırlı ol. Soruların kendisini sevmeye çalış, kilitli odalar ve yabancı lisanda yazılmış kitaplar gibi. Cevapları şimdi arama. Şu anda cevaplar sana verilemez, çünkü sen henüz onlarla yaşayamazsın. Bu, herşeyi yaşama meselesidir. Şu anda senin soruyu yaşaman gerekiyor. Belki daha ileride farkına bile varmadan, günün birinde kendini cevabını yaşarken bulacaksın.

son düzlük

Kendimi bildim bileli ,''çok çalışmak üretimi düşürür''diyenlerdenim.
   Edebiyat tarihine baktığımız zaman da sonucun pek değişmediğini görüyoruz.Gece gündüz çalışarak yüzlerce eser ortaya koyanlar silinip gitmiştir de ,sadece bir iki kitap yazanlar ayakta kalmış ,uzun ömürlü olmuştur.Demek ki çok çalışmak ,sadece üretimi düşürmüyor,bağlılığı ve ömrü de azaltıyor.
...
Hem üretimi artırmak ,hem sağlıklı karar verebilmek, hem de kendimizi kurtarmak için az çalışmak gerekiyor.En azından çok çalışmamak...

İbrahim Tenekeci

28 Ekim 2010 Perşembe

gûgil

isa'nın doğumunun iki bin onuncu yılı mah-ı kasımın başında beşeriyet aleminin manzarası şöyleydi:
insanlar küçük bir kutu icat etmiş, bunun içinden yedi düveli cümle iklimi, şarkı garbı ve dahi şimal ü cenubu karış karış gezebilmekte, okyanuslarca mürekkebin kamışlarca kalemin yazamayacağı kadar ilmi bu küçücük kutudan edinmekteydiler. gûgil adı verdikleri küçük bir pencereye enva sözler yazmakta ve sayfalarca malumat-ı muhtelife ile saat ve günlerini kimi zaman gına kimi zaman ise heba etmekteydiler.
yine bu kutuda bir garip şey icat etmişlerdi ki sanki endülüsün ve dahi bagdat kütüphanelerinin katl ü ziyan edilen nice yüz bin kitabının bilgisi bu alamet içinde derc edilmiş gibi ismine memba-ı ilm-i mukaddes
 bir başka kutu icat etmişler ki bu aletin içinde bir nakkaş sürekli sarf-ı mesai yapmakta, deliğinden içeri giren her nesneyi olduğu gibi başka bir zemine resmetmektedir.
insanlar, cümle merasimlerini mutlu ve mesut günlerini bu kutunun içinde hapsetmişler. hatırlarında tutma ihtiyacının berhava olması hasebiyle, en güzide hatıralarını, akıllarına değil o küçük kutulara nakşetmişler. gözlerini kapayıp tebessümle yad edecekleri yerde, fîsbûk tesmiye edilen bir nesne ile ona buna göndermeyi ve cümle cihana mahremlerini faş etmeyi tercih eder olmuşlar.
yine bir kutu yapmışlar ki ucunda bucağında bir hat olmaksızın istedikleri cihete lakırtılarını, adeta bir mahir posta güvercini, şimşek gibi uçan tatarlar kadar hızlı göndereler. aylarca mektup gözleme adeti de böylece nisyana mağlup olduğu gibi, kimse kimsenin hatrını sormaz olmuş heyhat.
evvelen beyan ettiğimiz kutunun başında, üfürülmüş divaneler, kendinden geçmiş biganeler gibi, bir nice düğmeye basa a basar olmuşlar.
rabbi zülcelal velkiram hepsinin aklını yerine getire.

işbu tahrirat miladi takvimin bin dört yüz altmış yılında yazılmış olup tamamen hayal mahsülüdür. fakat musanniftiham eyleyip, daha fazlasını yazmaya ve hayal etmeye gönlü razı olmamıştır. mamafih böyle bir kabusa beniademin hiç bir ferdi maruz kalmaya. bu malumat nesliden nesile aktarıla. kulaklara küpe ola...

27 Ekim 2010 Çarşamba

ESKİCİ

Vapur rıhtımdan kalkıp tâ Marmara’ya doğru uzaklaşmaya başlayınca yolcuyu geçirmeye gelenler, üzerlerinden ağır bir yük kalkmış gibi ferahladılar:
-Çocukcağız Arabistan’da rahat eder.
Dediler, hayırlı bir iş yaptıklarına herkesi inandırmış olanların uydurma neşesiyle, fakat gönülleri isli, evlerine döndüler.
Zaten babadan yetim kalan küçük Hasan, anası da ölünce uzak akrabaları ve konu komşunun yardımıyle halasının yanına, Filistin’in ücra bir kasabasına gönderiliyordu.
Hasan vapurda eğlendi; gırıl gırıl işleyen vinçlere, üstleri yazılı cankurtaran simitlerine, kurutulacak çamaşırlar gibi iplere asılı sandallara, vardiya değiştirilirken çalınan kampanaya bakarak çok eğlendi. Beş yaşında idi; peltek, şirin konuşmalarıyle de güverte yolcularını epeyce eğlendirmişti.
Fakat vapur, şuraya buraya uğrayıp bir sürü yolcu bıraktıktan sonra sıcak memleketlere yaklaşınca kendisini bir durgunluk aldı: Kalanlar bilmediği bir dilden konuşuyorlardı ve ona Istanbul’daki gibi:
-Hasan gel!
-Hasan git!
Demiyorlardı; ismi değişir gibi olmuştu. Hassen şekline girmişti:
-Taal hun ya Hassen,
diyorlardı, yanlarına gidiyordu.
-Ruh ya Hassen…
derlerse uzaklaşıyordu.
Hayfa’ya çıktılar ve onu bir trene koydular.
Artık anadili büsbütün işitilmez olmuştu. Hasan, köşeye büzüldü; bir şeyler soran olsa da susuyordu, yanakları pençe pençe, al al olarak susuyordu. Portakal bahçelerine dalmış, göğsünde bir katılık, gırtlağında lokmasını yutamamış gibi bir sert düğüm, daima susuyordu.
Fakat hem pür nakıl çiçek açmış, hem yemişlerle donanmış güzel, ıslak bahçeler de tükendi; zeytinlikler de seyrekleşti.
Yamaçlarında keçiler otlayan kuru, yalçın, çatlak dağlar arasından geçiyorlardı. Bu keçiler kapkara, beneksiz kara idi; tüyleri yeni otomobil boyası gibi aynamsı bir cila ile, kızgın güneş altında, pırıl pırıl yanıyordu.
Bunlar da bitti; göz alabildiğine uzanan bir düzlüğe çıkmışlardı; ne ağaç vardı, ne dere, ne ev! Yalnız ara sıra kocaman kocaman hayvanlara rast geliyorlardı; çok uzun bacaklı, çok uzun boylu, sırtları kabarık, kambur hayvanlar trene bakmıyorlardı bile… Ağızlarında beyazımsı bir köpük çiğneyerek dalgın ve küskün arka arkaya, ağır ağır, yumuşak yumuşak, iz bırakmadan ve toz çıkarmadan gidiyorlardı.
Çok sabretti, dayanamadı, yanındaki askere parmağıyla göstererek sordu; o güldü:
-Gemel! Gemel! dedi.
Hasan’ı bir istasyonda indirdiler. Gerdanından, alnından, kollarından ve kulaklarından biçim biçim, sürü sürü altınlar sallanan kara çarşaflı, kara çatık kaşlı, kara iri benli bir kadın göğsüne bastırdı. Anasınınkine benzemeyen, tuhaf kokulu, fazla yumuşak, içine gömülüverilen cansız bir göğüs…
-Ya habibi! Ya ayni!
Halasının yanındaki kadınlar da sarıldılar, öptüler, söyleştiler, gülüştüler. Birçok çocuk da gelmişti; entarilerinin üstüne hırka yerine elbise ceket giymiş, saçları perçemli, başları takkeli çocuklar…
Hasan durgun, tıkanıktı; susuyor, susuyordu.
Öyle haftalarca sustu.
Anlamaya başladığı Arapçayı, küçücük kafasında beliren bir inatla konuşmayarak sustu. Daha büyük bir tehlikeden korkarak deniz altında nefes almamaya çalışan bir adam gibi tıkandığını duyuyordu, yine susuyordu.
Hep sustu.
Şimdi onun da kuşaklı entarisi, ceketi, takkesi, kırmızı merkupları vardı. Saçlarının ortası el ayası kadar sıfır makine ile kesilmiş, alnına perçemler uzatılmıştı. Deri gibi sert, yayvan tandır ekmeğine alışmıştı; yer sofrasında bunu hem kaşık, hem çatal yerine dürümleyerek kullanmayı beceriyordu.
Bir gün halası sokaktan bağırarak geçen bir satıcıyı çağırdı.
Evin avlusuna sırtında çuval kaplı bir yayvan torba, elinde bir ufacık iskemle ve uzun bir demir parçası, dağınık kıyafetli bir adam girdi. Torbasından da mukavva gibi bükülmüş bir tomar duruyordu.
Konuştular, sonra önüne bir sürü patlak, sökük, parça parça ayakkabı dizdiler.
Satıcı iskemlesine oturdu. Hasan da merakla karşısına geçti. Bu dört yanı duvarlı, tek kat, basık ve toprak evde öyle canı sıkılıyodu ki… Şaşarak eğlenerek seyrediyordu: Mukavvaya benzettiği kalın deriyi iki tarafı keskin incecik, sapsız bıçağıyle kesişine, ağzına bir avuç çivi dolduruşuna, sonra bunları birer birer, Istanbul’da gördüğü maymun gibi avurdundan çıkarıp ayakkabıların altına çabuk çabuk mıhlayışına, deri parçalarını, pis bir suya koyup ıslatışına, mundar çanaktaki macuna parmağını daldırıp tabanlara sürüşüne, hepsine bakıyordu. Susuyor ve bakıyordu.
Bir aralık nerede ve kimlerle olduğunu keyfinden unuttu, dalgınlığından anadiliyle sordu:
-Çiviler ağzına batmaz mı senin?
Eskici başını hayretle işinden kaldırdı. Uzun uzun Hasan’ın yüzüne baktı:
-Türk çocuğu musun be?
-Istanbul’dan geldim.
-Ben de o taraflardan… İzmit’ten!
Eskicide saç sakal dağınık, göğüs bağır açık, pantalonu dizlerinden yamalı, dişleri eksik ve suratı sarı, sapsarıydı; gözlerinin akına kadar sarıydı. Türkçe bildiği ve Istanbul taraflarından geldiği için Hasan, şimdi onun sade işine değil, yüzüne de dikkatle bakmıştı. Göğsünün ortasında, tıpkı çenesindeki sakalı andıran kırçıl, seyrek bir tutam kıl vardı.
Dişsizlikten peltek çıkan bir sesle tekrar sordu:
-Ne diye düştün bu cehennemin bucağına sen?
Hasan anladığı kadar anlattı.
Sonra Kanlıca’daki evlerini tarif etti; komşusunun oğlu Mahmut’la balık tuttuklarını, anası doktora giderken tünele bindiklerini, bir kere de kapıya beyaz boyalı hasta otomobili geldiğini, içinde yataklar serili olduğunu söyledi. Bir aralık da kendisi sordu?
-Sen niye burdasın?
Öteki başını ve elini şöyle salladı: Uzun iş manasına… ve mırıldandı:
-Bir kabahat işledik de kaçtık!
Asıl konuşan Hasan’dı, altı aydan beri susan Hasan… Durmadan, dinlenmeden, nefes almadan, yanakları sevincinden pembe pembe, dudakları taze, gevrek, billur sesiyle biteviye konuşuyordu. Aklına ne gelirse söylüyordu. Eskici hem çalışıyor, hem de, ara sıra “Ha! Ya? Öyle mi?” gibi dinlediğini bildiren sözlerle onu söyletiyordu; artık erişemeyeceği yurdunun bir deresini, bir rüzgarını, bir türküsünü dinliyormuş gibi hem zevkli, hem yaslı dinliyordu; geçmiş günleri, kaybettiği yerleri düşünerek benliği sarsıla sarsıla dinliyordu.
Daha çok dinlemek için de elini ağır tutuyordu.
Fakat, nihayet bütün ayakkabılar tamir edilmiş, iş bitmişti. Demirini topraktan çekti, köselesini dürdü, çivi kutusunu kapadı, çiriş çanağını sarmaladı. Bunları hep aheste aheste yaptı.
Hasan, yüreği burkularak sordu:
-Gidiyor musun?
-Gidiyorum ya, işimi tükettim.
O zaman gördü ki, küçük çocuk memleketlisi minimini yavru ağlıyor… Sessizce, titreye titreye ağlıyor. Yanaklarından gözyaşları birbiri arkasına, temiz vagon pencerelerindeki yağmur damlaları dışarının rengini geçilen manzaraları içine alarak nasıl acele acele, sarsıla çarpışa dökülürse öyle, bağrının sarsıntılarıyle yerlerinden oynayarak, vuruşarak içlerinde güneşli mavi gök, pırıl pırıl akıyor.
-Ağlama be! Ağlama be!
Eskici başka söz bulamamıştı. Bunu işiten çocuk hıçkıra hıçkıra katıla katıla ağlamaktadır; bir daha Türkçe konuşacak adam bulamayacağına ağlamaktadır.
-Ağlama diyorum sana! Ağlama.
Bunları derken onun da katı, nasırlaşmış yüreği yumuşamış, şişmişti. Önüne geçmeye çalıştı amma yapamadı, kendini tutamadı; gözlerinin dolduğunu ve sakallarından kayan yaşların, Arabistan sıcağıyle yanan kızgın göğsüne bir pınar sızıntısı kadar serin, ürpertici, döküldüğünü duydu.

26 Ekim 2010 Salı

Hani Babil Hani İrem

Babil ve irem bağları, su tesisatı, ya’ni suyu boyunduruk altına alıp verimli kullanmak ile, bağ oldu, bağban oldu. insanlar ekip biçdi, gülüp eğlendi, bereket boyları aşdı. biri, omuzuna boş bir sepet alsa, birkaç adım gitse, ağaçların dallarından sarkan meyvelerden çarpanlarla doluverir idi sepeti. insanların eşyası, alet edevatı, kapıları, eşikleri, çerçeveleri, merdivenleri, eşeklerinin semerleri altın ve gümüşden idi. karnı tok kurt, kuzu ile arkadaş oldu, oyundaş oldu, yoldaş oldu… bolluk bu dereceye vardı. allah’ın hazinelerinden bir şey eksilmedi. ama, günden güne eksilen bir şey vardı: şükür. çoğalan bir şey vardı: nankörlük ve bencillik ve kibir.
sonunda bıktılar bollukdan ve bereketden ve rahat ve huzurdan.
şımarıp, yokluğu, yoksulluğu ve zahmeti ister oldu babil ve irem.
burada, alttan alta, “biz istesek de, kendi maharetimizle inşa etdiğimiz bu ma’muriyet sona ermez, bakidir ve ebedidir” hezeyanı, gururu (aldanması) ve büyüklenmesi vardı. “biz ne kavi yapıcılarız, ne mahir ekicileriz, ne usta dikicileriz” ucûbu…
tabii, yağmurun su kanallarında toplanıp rahmet olmasıyla, yani, suyla gelenin, selle bozulup gideceğini akledemediler, akledemediler, akledemediler…
suyun, aynı gökden inen aynı suyun, hem rahmet hem felaket olacağını akledemediler; bir yere rahmet bir yere zahmet, bir anda rahmet bir anda âfet olacağını.. akledemediler… fikredemediler…
o muhteşem, o efsâne su kanalları sele kapılıp devrildi ve su altında gömülü kaldı; gömülüverdi bağ, bağçe, bağbân. binlerce sene sonra, ibret-i âlem için, müze (ören) halinde meydan yerinde yerini aldı…
efsane, efsane oldu.
mühür sahibi âlemlerin rabbi ne yücedir…
aklını kullanıp gözünü açarak etrafına bakabilene selam olsun,
vesselam…
//
yer bu yer
yer, bu yer
yemeyi gözler bu yer
yemeği gözler bu gözler
hani bâbil, hani irem..